Ombra mai fu… / Çınaraltı Aryası
*İşbu yazı; bir arya ve çağrıştırdıklarından yani tamamen duygusal sebeplerden ötürü yazılmıştır.
Ludwig Van Beethoven 1824
yılında demiş ki; “Handel yaşamış en büyük bestecidir..."
George Frideric Handel Almanya’da
doğmuş ancak sanat hayatının önemli yıllarını
İtalya’da (ki burada Scarlatti ve Corelli ile tanışmış) ve daha sonra vatandaşı
olduğu İngiltere’de yaşamış. İleriki yıllarda şimdi 5 dakikalık bir ameliyatçık
ile kurtulmanın mümkün olduğu, ancak o zamanlar hayatı zindan etmeye yetecek
kadar büyük bir dert olan “katarakt” sorunu yaşamış. İyileşmek için çareler
aramış ancak nihayetinde tamamen kör kalmış…(Tabii bu nedenle ruh hali de
kararmış, bazı eserlerinde bu da sezilebilir hale gelmiş.)
En güzel eserlerinden biri olan Messiah Oratoryosu (Özellikle büyüleyici Hallelujah kısmı) dramatik görkemi ile Handel'in farklılığının ispati gibi…. Biricik Bach, Barok Dönem’in bitip, Klasik Dönem’in başlamasını sağlamıştır. Handel ise Oratoryo biçimine kendinden sonra gelen bestecilerin kolaylıkla aşamayacağı bir yenilik ve cazibe yaratmış, Henry Purcell'den sonra “En Önemli Ingiliz Besteci”olarak kabul edilip, taç giyme törenleri ve cenaze törenleri için yazdığı eserlerle de geleneksel Ingiliz Müziği’ni derinden etkilemiştir. Bildiğim kadarıyla bugün eserleri halen Ingiltere'de özel törenlerde icra edilmekte.
Şimdi yazının esas konusuna
yani bir Handel operası olan Serse’ye gelelim. Handel, zamanın en büyük
castratolarından biri olan Caffarelli’yi bu opera için düşünmüş ve hatta onun
için özel bir arya yazmış. Evet, Serse’nin en can alıcı aryasını yani"Ombra
Mai Fu" yu Caffarelli için yazmış…
Efendim düşünün; Tarih;15
Nisan 1738. Yer: Londra. Maestro Handel'in yeni operası heyecanla beklenmekte. Tabii
skandallar sadece bizim yaşamakta olduğumuz zaman dilimine mahsus değil. Bakınız,
Farinelli’nin en büyük rakibi olan Caffarelli “Serse” dolayısı ile Londra'ya getirilmiş. Şarkı
söylesin, tek bir nota ondan duyulsun diye önüne servet konan bir adam
Caffarelli o zaman. Ingilizler değişik bir millet vesselam, ben severim
kibarlıklarını, aksanlarını. Ancak gelin görün ki, Ingilitere'nin o zamanki opera ahalisi, dev isimleri beklerken sıkılır, arada
konuşmaya, bir başka deyişle ortama ısınmaya böyle başlarlarmış. Ne
zaman ki sahnede zamanın divaları, castratoları beliriverirmiş bir anda
sessizlik çökermiş salona. İşte daha henüz Ingilizler yerlerine alışmadan, fısıldaşmaları bitmeden, pat! Italya'nın
gözbebeği olan castratın sahne alması ve operanın en can alıcı aryasını
şakıması, bir manada yıldırım düşürmüş Londra'ya. Alışkın olunmayan bu tavır yadırganmış....Opera akımlarını anlatıp
konuyu daha da uzatacak değilim…İşin komiği sadece izleyici değil, ne besteci
yorumcuyu beğenmiş, ne de yorumcu besteciyi. Böyle bir durum göz önüne
alındığında operanın tutmamasına şaşırmamak gerek diyeceğim. Ancak besteciyle
yorumcu “pek bir sevişseydi” bile, operanın tutacağı yokmuş o zamanın Londra'sında.
Daha evvelki yazılarımdan birinde de bahsetmiştim TRT
Radyoları 3. Kanalı’nda Hakan Çelik’in hazırlayıp sunduğu “Tren Yolculuğu”
isimli bir program var, Pazar öğleden sonrasında yayınlanan… Senelerdir
dinliyorum. Bazen sıkılıyorum, bazen güzel geliyor. Böyle de uyuz bir insanım…Hakan
Bey’in Barok sevdikleri aşikar zira kendilerinin “Ombra mai fu” çalışlarına
sıklıkla denk geliyorum.
Geçen gün evde kayıtlarıma bakarken aryanın eski bir
Kathleen Battle yorumunu buldum, oradan çağrışım yaptı “Keşke” dedim “bu yorumu
da çalsa, hep Cecilia Bartoli hep Cecilia Bartoli.! :) :) :)”
Uyuzluğumun tavan
yapmasının aslında bambaşka bir sebebi var. ( Ne programla ne de Cecilia
ile alakalı yani… Kimse kırılmasın dilerim ki…)
Ah bu çağrışımlar.
Ah bu kazıkçı hayat.
Ah bu hafızanın bize oynadığı küçük oyunlar…
Ombra mai fu:
Nam-ı diğer Çınaraltı Aryası.
F maj.
(Kabaca bir çeviri ve recitativosunu** ile birlikte yazalım
ki bir anlamı olsun…)
frondi tenere e belle sevgili
çınarımın güzel ve narin yaprakları
del mio platano amato, kader
size gülümsesin
per voi risplenda il fato gök
gürültüsü , şimşek ve fırtınalar
tuoni, lampi, e procelle asla
sizin tatlı huzurunuza zarar veremesin
non vi oltraggino mai la cara pace, esen
rüzgarlarla gururunuz çiğnenmesin…
ne giunga a profanarvi austro rapace…
ombra mai fu böylesine
değerli, sevilesi
di vegetabile, veya daha narin
di vegetabile, veya daha narin
cara ed amabile, soave più. başka bir bitki gölgesi daha yoktur.
Bakın bu cümleler nerelere götürdü hayalimin dehlizinde
beni:
Kocaman çınar ağaçlarının olduğu bir ada düşünün.
Sanki o ağaçlar olmasa dengesini kaybedecek ve cup! suyun
dibini boylayacak gibi görünen bir ada…
Vapurdan inince koskocaman çınar ağaçları ile sizi
karşılayan, yüzünüze ılık bir rüzgarın
çarptığı, cırcır böceklerinin seslerinin kesilmediği, bir de çınar ağaçlarının
rüzgara karşı koyamayan yapraklarının hışırtısının duyulduğu bir adadan
bahsediyorum.Çınar ağaçlarının altında yemek yenir, rakı içilir, adaçayı
kokar oralar… Bir de koruk suyu ile künefe vardır illa ki çocuk mönüsünde o adanın...
Çocukluğumuz şöyle geçti bizim: Sabahları iğde ağaçlarının
altında kitap okur, bütün gün yüzerdik. Sadece öğle yemeğinde zerdali ağacının
altındaki masada oturup, bulmaca çözen babamı ve arkadaşlarıyla bezik oynayan
annemi izlerdim…Akşam olduğunda da o
çınar ağaçlarının altındaki güzelim sofralarda demlenen aile fertlerimiz ile
eğlenirdik…Hayat böyle değildi yani.
Çiçeklere burunlarını sokan küçük arı kuşlarını
görebilirdik, üstüste 3 tane un kurabiyesi yer, korkmazdık kilo almaktan. “En
temiz içki rakı” derlerdi o sofrada. Yıldız Tilbe dinlemek yasaktı mesela
Pehlivan Restaurant’ta.... Kadıncağız bağrı yanık “Bu gadar kolay sanma aaaa delihanlııııım”
diye haykırıp, pop listelerini alt üst ederken hem de. Sanki hepimiz bağrımız
yanmış gibi hüzünlenerek dinlerdik o şarkıyı. Ne rezalet. Yaşlarımız 14-15…
Toplasanız 10 kişilik arkadaş grubuyuz. Kumdan kale yaparken arkadaş olmuşuz,
beraber büyüyoruz. Aahh ergenlik!!! Sanki platonik aşktan öleceğiz, böyle naif,
böyle şapşal bir durumdayız… Çat! Ahmet Pehlivan kapatırdı teybi. “Ulan bu
kadını siz meşhur ettiniz !” derdi. Bir anda hava değişirdi, gülerdik… Hem de
çok.
Ben ve en yakın arkadaşım… Saat 12 olduğunda bal kabağına
dönüşeceğimizi düşünen annelerimiz tarafından gece hayatının en cafcaflı
yerinde eve döndürülürdük. Hem de eve doğru yürüdüğümüz o yolda,
ayakkabılarımızı elimize alır, suyla sahilin kesiştiği noktada, kim daha hızlı
koşacak diye denemeler yaparak giderdik eve. Korkmazdık… Ne hayattan ne de
karanlıktan.
Mutluyduk. Bizim çocukluğumuz çok güzeldi özetle.
Sırayla terk-i diyar eyledi o sofradakiler. Anneannem, annem,
babam, halam…
Az evvel en yakın arkadaşım dedimse, belki yanlış tasvir
ettim… Kardeş gibi büyüdük biz. Bir bakışımızdan anlarız neyimiz olduğunu.
Sormaya gerek kalmaz. Her gün de konuşuruz, malum hanımlar çenebaz. Sesini
duymasam, mesaj, e-mail…
Tuğçe, geçen gün bana ömrümde duyabileceğim en zor
sorulardan birini sordu telefonda.
“Şimdi ne olacak?”
Bahçedeki zeytin, çok güzel kokan domates, onu görünce sevinerek
koşan köpekler, “yengeç” ismini verdiği minik teknesi… Masanın diğer ucunda
kocaman gözleri ile bana bakıp gülümseyen, “bir şarkı söyle be nihan” diyen
Tuna amca…En yakın arkadaşımın babası…Her vapurdan inişimizde o çınar
ağaçlarının altında sakinlikle bizi bekleyen.
“Elbette iyi olacak.”
Telefonu kapatana kadar sanki hiçbir anormallik yokmuş gibi
davrandım. Konuşmamız sonlandığında ise, şirkette boş bir toplantı odası
buldum… Girdim biraz oturdum…
Belki de ağladım, o koskocaman çınar ağacının altında.
Handel böyle hissettiriyor bana.
Ne alakası var oysa… !
**recitativo : it. bir operanın, oratoryonun veya kantatın konuşmayla sunulan bölümleri. (teganni edilmeden, yani şarkı söyler gibi değil...anlatır gibi daha ziyade...)